Bitlis'ten Arizona'ya

Hayatımın Kısa Bir Öyküsü

1957 yılında Bitlis'in Norşin (Güroymak) ilçesinde, herkes gibi ağlayarak dünyaya geldim. Anam şeyh Masum Mutlu'nun kızı, babam ise ünlü Molla Sadreddin (İstanbul'a göç ettikten sonra. Sadrettin Hoca). Doğduğum ilçe, yaşayanlarından çok ölüleriyle ünlü bir merkezdi. "Marqad–a Hazret," yani Hazret'in Türbesi olarak bilinen bölge, Eyüp Sultan Camii kadar popüler olmamasına rağmen, türbedeki kemiklerin zürriyeti olan dayılarımın Bitlis vilayetindeki politik, sosyal ve ekonomik gücünü kutsallaştırmada önemli bir sembolik role sahipti... Bir şeyh torunu olarak dayılarımın, Kürtçe "dest–pe" (el–ayak) olarak tanımladığı köylülerin çocuklarından farklı yetiştim. Ne var ki karpuz kabuklarından yaptığım arabaları ve kamyon diye bindiğim Kulongo yaylasının volkanik kayalarını unutamıyorum hala.

Sekiz yaşındayken İstanbul'a taşındık. Babam, Türkçeyi çabuk öğrenmemiz için evde sıkıyönetim ilan edip Kürtçe konuşmayı yasaklayınca ne olduysa gariban anneme oldu. Okuma–yazma bilmeyen zavallı annem Türkçeyi öğrenemediği gibi Kürtçeyi de unuttu. Sonunda, annem Kürtçe ve Türkçe karışımı yeni bir dil (Kütürkçe!) konuşmaya başladı. Kendisini galiba bizden başka anlayan yoktu. Zaten başkasının anlamasına pek ihtiyacı da yoktu; zira, annem evden hemen hemen hiç dışarı çıkmazdı. Çıksa bile ne değişirdi. Kütürkçe konuşan annem hem fiziksel ve hem de zihinsel olarak ömür boyu güneşsiz bir zindana mahkumdu.

Babam beni İstanbul İmam Hatip Lisesine verdi. Yetmiş–seksen kişilik sınıflarda bir kısmı psikopat veya paranoyak olan hocaların terörü altında ders talim ediyorduk. Ezberciliği bir türlü benimsemediğim için beni Kuran dersinden her yıl ikmale bırakan Müzekka hocanın bir kez bile gülümsediğine tanık olmadım.

Daha orta sondayken fizik ve kimya derslerine aşırı ilgi duymaya başladım. Evin depo olarak kullandığımız bir odasını laboratuara çevirdim. Defalarca sigorta patlatmama rağmen demir çubuklara kablo sardıktan sonra prize takıp mıknatıslar yaptım. Motor ve jeneratörler imal ettim. Hatta tahtadan filim oynatıcı bir projeksiyon makinası yaptım. Bu arada, kendi kendine çalışan bir makine icad etmenin yollarını düşündüm. Jeneratör ve motorun eksenlerini birleştirdikten sonra ilk hareketi verirsem diye umutlanıyordum. Bu makinanın Devr–i Daim olarak bilindiğini ve yapılmasının mümkün olmadığını öğrenince ayaklarım yere bastı. Daha sonra, Milli Nizam Partisi'yle laik devlete karşı cihat ilan eden Erbakan bana meslek konusunda kutup yıldızı oldu. Ben de onun gibi makina mühendisi olacak ve vatanı masonlardan, hainlerden kurtaracaktım.

Orta Doğu Teknik Üniversitesine 7'nci olarak girdim. Devletten burs almama rağmen Milli Selamet Partisi'nin gençlik örgütü olan Akıncılar teşkilatının üssü olan bir yurda girince derslerime çalışacağıma sokaklara yazı yazmaya, bildiriler yazıp dağıtmaya, açık-saçık filmler oynatan komşu sinemanın camlarını kırmaya, protesto mitingleri düzenlemeye, polis ile köşe kapmaca oynamaya verdim kendimi. Etkinlikleri altındaki yurtlarda kalan temiz kalpli üniversite öğrencilerini kendileri için gece gündüz bedava çalışmaya teşvik eden politikacıları kahraman bildim. Akıncılar örgütünün Ankara şubesinde ve genel merkezinde aktif bir eleman oldum.

O günün ODTÜ'sünü tamamıyla kontrol altında bulunduran silahlı sol örgütlerin despot tavırlarını sınıfta eleştirme saflığını gösterdim. Öğrenci temsilcisi olduğum Ankara Cebeci'deki 300 kişilik Milli Gençlik Vakfı yurdunun önündeki caddede afiş asan bir grup solcunun yanına sokularak yurdun yüz metre sağına ve soluna afiş asmamalarını nazikçe rica edince, evirile çevrile dövüldüm, kurşunlandım. Bu arada, sağcıların egemen olduğu semtlerde bildiri dağıttığım için onlardan da nasibimi aldım ve postu zor kurtardım. Konya belediye seçimlerinde, Elazığlı bir Akıncının bana verdiği kullanmasını bilmediğim tabancayla sandık başında kovboyluk yaparken yakalanıp hapishaneye girdim. Belediye başkanı seçilen Keçeciler'in bana ve arkadaşıma hergün gönderdiği kızarmış tavuk ve bir kilo baklavayı koğuştaki garibanlarla paylaştım. (O bir aylık sürede bir romanı dolduracak kadar ilginç olaylar yaşadım).

1979 yılında tekrar sınavlara girerek ilk tercihim olan Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesine girdim. Ne var ki, o günün gençliğini birbirine can düşmanı yapan kaostan kurtulamadım. Beni öldürmek isteyen sağ ve sol örgütlerin düzenlediği bir çok suikast eylemine rağmen yaşadım. Ne var ki bana çok benzeyen bir arkadaşım solcular tarafından sokak ortasında öldürüldü, bana hedeflenen ateşlere muhatap olan bir arkadaşım yaralandı, beni cezaevinde öldürmek isteyen bir sağcı militan yanlışlıkla bir arkadaşımı ciğerinden şişledi. Bu arada 50–60 lise öğrencisini o günkü politik amaçlarım doğrultusunda eğitmek amacıyla örgütledim. Fatih Camisi'nin etrafını saran Kubbeli Vakıflar Yurdu'nun büyük bir odasını bu örgütün kütüphanesi olarak kullandım. Kaderin ilginç bir cilvesi olarak bu grubu FT/19 olarak adlandırdım. Akıncılar Teşkilatının ünlü lideri, kardeşim Metin Yüksel Cuma namazından sonra Fatih Camisi'nden çıkarken sağcı militanlarca avluda şehit edildi. Bu acı olay sonucu kendimi tümüyle o günün gençlik kavgasına adadım. Beni yıldırmak isteyen polis ve asker tarafından sürekli rahatsız edildim. Sekiz–dokuz kez askeri tutukevlerinde göz altına alındım. Günlerce, haftalarca beton tabanlı hücrelerde yattım. İşkencelere muhatap oldum.

Bu arada İran'daki sözde İslam devrimini kopya etmenin hayallerini kurdum. Nihayet, 1980 yılının ilkbaharında Pasdaran‘ın (Devrim Muhafızlarının) lideri tarafından gizlice İran'a davet edildim. İki haftalık ziyaretim boyunca devrimin ileri gelen liderleriyle görüştürüldüm. İran topraklarında Türkiye'ye yönelik yayın yapacak bir radyo istasyonu gibi kültürel yardımlar beklerken, Türkiyeli Akıncıların İran topraklarında silahlı eğitim görmesi önerisine muhatap oldum. Türkiye'ye döndükten sonra benimle irtibata geçen bir İranlı'nın Türkiye'deki askeri tesisler hakkında malumat toplamamı istemesi beni iyice rahatsız etti. Beni casusluk gibi sinsi ve hain bir iş için kullanmaya çalışmalarını yadırgadım.

1980 yılının Ağustos ayında, Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın Çanakkale'deki tesislerinde düzenlenen Dünya İslam Gençlik Konferansı‘na katıldım. İki hafta kadar süren bu konferans Müslüman Kardeşler örgütü tarafından düzenleniyordu. Kırkı aşkın ülkeden gençlerin katıldığı bu konferansta Güney Afrika'daki İslam Propaganda Merkezi'nin lideri Ahmet Deedat tarafından verilen seminer benim müthiş ilgimi çekti: Kuran'daki 19 Mucizesi. Kurucusu olduğum örgütümün ismi olan 19 rakamının Kuran'daki bir matematiksel sistemin kodu olması ve eğer doğruysa böyle bir olayın felsefi boyutlarının müthiş olacağı gerçeği karşısında heyecanlandım.

Konferanstan bir hafta sonra, 11 Eylül 1980 gecesi, Fatih sokaklarında, Müslüman Kardeşler teşkilatına üye olan Mısırlı ve Suriyeli arkadaşlarla dolaşırken, beni arayan polis tarafından göz altına alındım. Karakoldayken askeri bir darbe olduğunu öğrendim. Tevhit ve Hicret dergilerinde çıkan laikliğe aykırı yazılarımdan dolayı yargılandım. Avukatımın "yorum yapalım kurtaralım" teklifini "tükürdüğümü yutmam" diyerek tersledim ve yarım saat boyunca Selimiye'deki sıkıyönetim mahkemesinde düşünce ve inanç özgürlüğü konusunda nutuk çektim. Sıkıyönetim hakimleri 163'üncü maddeden 6 yıl hapse mahkum ederek beni yanıtladılar. Toplam dört yıl süren hapishane hayatımı burada özetlemem mümkün değil. (1986 yılında bu konuda Kitap Dergisinde yapılan bir söyleşi "Kitap Okumanın Zararları" adlı kitabımda yayınlanmıştır). Siyasi suçlardan hüküm giymiş kişilere yüksek öğrenimi yasaklayan YÖK kararından da payımı aldım.

Sakıncalı piyade olarak yaptığım bir buçuk yıllık askerlik dönemi de apayrı bir macera. Hayatımın en önemli olaylarından birisini askerdeyken 1 Temmuz 1986'da yaşadım. Amerika'daki Dr. Reşad Halife ile sürdürdüğüm mektuplu tartışmaların sonunda nihayet o gece "dini yalnızca Allah'a has kılmaya" karar verdim.

1987 yılında, geleneksel–mezhepçi İslam'a olan ilk eleştirilerimi "İlginç Sorular–2" kitabıyla yayımladım. Kitapları yıllarca "best seller" olan ve dinci kitle tarafından bir kahraman olarak bilinen genç bir yazarın bu cüreti bağışlanmadı. Sünnetçi–Müslüman bir dergi önce babamın hakaret dolu bir eleştirisini yayımladı. Bunu daha sonra diğer mezhepçi yazarlar izledi. Kısa sürede kendimi müthiş bir saldırı karşısında yalnız buldum. Hakaretleri tehditler izledi. Dost bildiklerim düşman oluvermişti. Entelektüel geçinen yazar arkadaşlarım tarafından bile aforoz edildim. Kitaplarımın dağıtımı durduruldu. Kitaplarım kitapçılardan toplattırıldı. Bana yöneltilen eleştirilere verdiğim cevaplar hiç bir dergi ve gazetede yayımlanmadı. Hatta kendi imkanlarımla yayımladığım "Sakıncalı Yazılar" adlı kitabımın ilk baskısı matbaadan çalındı. Haftalık popüler bir derginin kapak konusu olduktan sonra kendimi tarikatçı ve mezhepçi gazetelerin manşetlerinde din adamları tarafından "mürted" olarak ilan edilir buldum.

Ve bundan sonra Amerika maceram başladı. Amerika'da bulunduğum süre içinde, Türkiye'de YÖK'lenen Yüksek Öğrenimimi devam ettirmeye karar verdim. Lise'yi dışarıdan bitirerek Arizona Üniversitesine girdim. İki bölümü, Felsefe ve Yakın Doğu Bilimleri bölümlerini iftiharla bitirdim. Bu arada Arizona'daki liselerde part–time öğretmenlik, üniversite'de belleticilik ve asistanlık yaptım. Kuran'dan başka dini kaynakları reddederek İslami Reform hareketini destekleyen Renais­sance Institute, International Community of Submitters ve The Mo­notheist Productions için İngilizce kitaplar ve makaleler yazdım. Boston'daki Massathusetts Üniversitesi'nde başlattığım Eleştirel ve Yaratıcı Düşünme master programını ailevi nedenlerle kesmek zorunda kaldım ve Arizona Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde uluslararası hukuk dalında doktora yaptım.